Kitap altı kişilik bir arkadaş grubunun kendi arasında içe dönük diyalog ve monologlarıyla kaleme alınmış. Bu arkadaş grubunun sözcüklerinin arasında, dalga metaforuyla savrularak ilerliyoruz. Her kelime üzerine düşünülmüş, ilmek ilmek örülmüş. Basit bir tarifle veya sıradan sözcüklerle anlatmaya çalışacağım fakat yetmez. Woolf edebiyatın o büyülü yanını keşfetmiş bir büyücü ve eğer keşfetmemiş olsaydı böyle bir “ laf cambazlığı” yapamazdı.
Bilinç akışı tekniği genellikle yazması daha kolay görülen ancak okunması zorlayan bir teknik olarak karşımıza çıkıyor. Yazar, hikâyeyi kendi kafasında kurguladığı biçimde sözcüklere aktarabilir ama bundan tamamen bağımsız olan okur bu soyutlukta yolunu kaybetmiş bir okuma yapabilir, tabii bu durum okurun edebiyattaki yetkinliğine göre değişkenlik gösterir. Fakat Woolf’ta böyle bir kafa karışıklığı yerine nefes kesici bir okuma yerini alıyor, sözcüklerini öyle güzel işliyor ki seni kelimelerine hapsediyor ve içinden çıkamıyorsun. Woolf’un hayatına baktığımızda, yaşadığı psikolojik sıkıntıları değerlendirdiğimizde aslında tam da kendisi gibi bir edebiyat tanısıyla karşılaşıyoruz. Karışık ve gidip gelen bir zihinle baş eden Woolf, eserlerinde de bu “karışıklığı” elbette bize yansıtıyor.
Günümüzdeki feminist düşünceyle zıt düşen fikirleri olmasıyla beraber Woolf’un kendisini feminist düşünceye adamış bir yazar olduğunun altını çizmek gerekir. Buna rağmen eserlerinde kadınların sorunlarını entelektüel, yazar kadınlar üzerinden ele alması -eserlerinde feminist düşünceyi toplumsal bir açıdan aktarmaması- edebi anlayışının tutucu bir yenilikçilikte olmasıyla alakalı diye düşünüyorum. (Ki bu da edebiyatını “suya kire bulaşmamış, pirüpak” görmek istemesiyle alakalı olabilir. Çünkü Woolf’un düşüncesine göre bunlar önemsiz, beylik şeyler. Yani bu konuda oldukça titiz bir yazar olduğunu söylemek gerek.) Mina Urgan Woolf’un edebi anlayışına dair aşağıdaki sözleri sarf ediyor:
“Virginia Woolf, geleneksel romandan ne denli uzaklaştığını, romanlarında hiçbir toplumsal ya da ahlaksal soruna değinmemek, hiçbir düşünceyi ya da davayı savunmamakla da gösterir. 19. yüzyıl İngiliz romanında yer alan ekonomik sorunların da hiç yeri yoktur onun yazdıklarında. Hatta daha önce de belirttiğimiz gibi, feminizm davasına candan bağlı olduğu, bu davayı savunmak için iki kitap yazdığı halde, kadın hakları sorunu üzerine bir romanı yoktur; deneysel bir niteliği bulunmayan, eski tarzda diyebileceğimiz iki üç romanında bile bu davayı ele almaz.”(1)
Edebiyatını hiçbir siyasi meseleye, hiçbir politik unsura dönüştürmeden romantik, kendine özgü, kendine ait kılmak istedi; yazmak onun tek sığınağı hatta belki de tek çaresiydi çünkü. Öldüğünde artık iyi yazamadığını da düşünüyordu. Ve şu cümleleri de yazdı; “İnsan artık yazamıyorsa, canına kıyması daha iyi olur.”
Joan Bennett(2), Woolf’un yenilikçi roman tarzına dair şunları söylemiş: “Yazar, ortadan yok olmuştur sanki. Yargılarımızı yöneten bir dimağın varlığını artık hissetmeyiz.” Bu kitapta bunu oldukça görmemize karşın Bernard karakterini yazarın anlatıcısı gibi düşünebiliriz.
Bu eseri Virginia Woolf’un kendisinden ve hayatından bağımsız değerlendirmek neredeyse imkânsız çünkü kendisinden oldukça şey bırakan ve onu tanımak için yeterince ipuçları veren bir anlatı. Her karakterde Woolf’a dair bir şey bulabiliriz. Hatta buradaki karakterler birbirleriyle neredeyse hiç konuşmadıkları için “Acaba bu altı kişi tek bir insan ve bu insan da yazarın kendisi midir?” diye sormak düşüyor okuyucuya. Woolf bir mektubunda bu teoriyi doğrular fakat güncesinde karakterlerini “Altı yaşamdan oluşan altı petalli bir çiçeğe” benzetir. Bu karakterler için Mina Urgan kitabında şöyle bir çıkarım yapıyor: “Dalgalar hem birbirlerine benzedikleri hem de birbirlerinden ayrı oldukları için, kitabına ‘Dalgalar’ adını vermesinin nedenlerinden biri de bu mu diye düşündüğümüz olur.”(3) Woolf’un bu düşünceleri roman içerisinde de aklımıza sokmaya çalıştığını şu alıntılardan anlıyoruz:
“Çiçek, dedi Bernard, Percival’le birlikte yemeğe gittiğimiz restorandaki masanın üzerinde duran vazodaki kırmızı karanfil altı yüzlü bir çiçek oldu, altı tane hayattan oluşuyor.” (Syf.199)
Kitabın son bölümünde, kitaptaki yazar karakterimiz Bernard’ın bütün arkadaş grubunun yaşlanması ve kendisinin ölümün raddesine gelmesiyle birlikte tamamen Bernard’ın izdüşümleri ve monologları üzerinden hikâye anlatımı sunuluyor. Burada Bernard karakteri tarafından Woolf’un düşünceleri seslendiriliyormuş izlenimine kapılıyoruz:
“Ne kadar az ziyaret ediyoruz, ne kadar az tanıyoruz arkadaşlarımızı – doğru; yine de, tanımadığım biriyle karşılaştığımda, ve burada, bu masada, hayatım dediğim şeyi çözmeye çalıştığımda, geri dönük baktığım tek bir hayat değil; ben tek bir kişi değilim; pek çok kişiyim; kim olduğumu – Jinny, Susan, Neville, Rhoda, ya da Louis mi – tam olarak bilmiyorum; ya da hayatımı onlarınkinden nasıl ayırt edeceğimi.” (Syf.240)
Yine yazarımız bu düşünceyi bize oldukça aşılamak istemiş ki kitabın sonlarına doğru bir kez daha Bernard karakteri üzerinden böyle bir düşünce yansıtılıyor:
“Ve şimdi de soruyorum: ‘Ben kimim?’ Bernard, Neville, Jinny, Susan, Rhoda ve Louis’ten söz ettim. Onların hepsi miyim ben? Ben tek ve farklı mıyım? Bilmiyorum. Burada birlikte oturduk. Ama Percival öldü, Rhoda da öldü; bölündük, burada değiliz. Yine de bizi ayıran hiçbir engel bulamıyorum. Benimle onlar arasında hiçbir sınır çizgisi yok.” (Syf.250-251)
Woolf güncesinde kitaba; “bir öz yaşam öyküsü denebileceğini” söylemiştir. Ve bu teorileri doğrular nitelikte, bu düşünceyle oluşturulmuş bir karakterler çizelgesi ortaya çıkarır. Mina Urgan, romanın yazarla kesişen bütünlüğünden şöyle bahsediyor:
“Virginia Woolf, öteki romanlarında kendi benliğini açık seçik bir biçimde ortaya koymadığı halde, Dalgalar’da konuşan sesleri, yazarın benliğinin değişik sesleri sayabiliriz. Gerçi kitaptaki üç kadın, ilk bakışta ona hiç benzemezler. Onun gibi bir aydın, bir feminist, bir yazar değildirler. Ama dolaylı yoldan da olsa, Virginia Woolf’un kişiliğinden yansımalar vardır üçünde de. Susan’ın doğa tutkusunda; Jinny’nin toplumsal yaşamın eğlencelerinden hoşlanmasında, insanlar arasına girip parlamak istemesinde; özellikle Rhoda’nın yaşamda ürkekliğinde, yalnızlığında, aşırı duyarlılığında ve sonunda kendini öldürmesinde görürüz bu yansımaları. Ama ne gariptir ki, Dalgalar’daki erkekler, kadınlardan çok daha fazla benzerler Virginia Woolf’a. Tıpkı yazarın kendisi gibi, erkeklerin üçü de bilgili ve kültürlü aydınlardır. Louis açısından dünyanın en önemli şeyi şiirdir. Neville de şiir yazar ve Virginia Woolf gibi eşcinseldir. Çevresindekileri, tıpkı Virginia Woolf gibi her zaman merakla inceleyen, sürekli olarak aklında güzel tümceler kuran Bernard’ın tek isteği ise, roman yazmaktır.”(4)
Aynı zamanda Woolf diğer eserlerinden farklı olarak güncesinde Dalgalar kitabından “bir tiyatro oyunu-şiir” diye bahseder. Düz yazıyla yazılmış bir şiir, aynı zamanda bir tiyatro oyunu aynı zamanda bir roman olmasını istiyormuş, nitekim bunu başardığını da söyleyebiliriz.
Virginia Woolf’un Denizle İlişkisi ve Dalgalar Metaforu
Woolf çocukluğunun yaz aylarını Cornwall bölgesinde, St. Ives’daki evlerinde, deniz kıyısında geçirirmiş. Mektuplarından birinde “Temiz kum üstünde temiz deniz suyu, dünyanın neredeyse en güzel şeyidir” der. Mina Urgan, Woolf’un eserlerinde denizin bunca yer tutmasına sebebiyet olarak çocukluğunu öne sürüyor ancak deniz, Woolf’un son yıllarında da belleğinde gayet net bir biçimde görülüyor.
“Bir savaş içinde yaşamanın felâketi, artık yazamamak kaygısı, her an delirmek korkusuyla birleşince, denizi büyük bir tutkuyla seven, ama denize girmediği için yüzmesini bilmeyen Virginia Woolf, ceplerini taşlarla doldurup, kendini Ouse ırmağına attı. Yürürken kullandığı bastonu, ırmağın kıyısında bulundu. Elli dokuz yaşındaydı o sırada.”(5)
Woolf’u tanıyan bir eleştirmen onun için şu sözleri sarf etmiş; “Bir denizkızı gibiydi biraz. Hepimize şöyle bir bakmak için denizden yüzerek gelen güzel bir denizkızıydı diye düşünürdüm- çok meraklıydı, çok ilgiliydi. Ama bir denizkızı gibiydi.” Woolf da güncesinde, sanki suda öleceğini, suyla garip bir bağlantısı olduğunu hissedercesine; “Havuzun dibinde olacağım; kırmızı balıklar üstümde yüzecek” der. Urgan, “Yalnız Deniz Feneri ve Dalgalar’da değil bütün romanlarında, akan, kabaran, gelip giden su imgeleri vardır” diyor.
Basit bir metafor gibi gözükebilir fakat karakterler tarafından daimî bir deniz metaforunun kullanılması, durgun fakat dalgalı denizin hayatın ta kendisi olduğunu düşündürtüyor.
Dalgalar çünkü vurup duran, akan, savurup götüren, dağıtan hayatın dalgaları. Dalgalar büyük küçük fark etmeksizin durmadan üzerimize gelen sorunlar, denizse hayatın ta kendisi. Ve bizler boğulmadan yüzmeye çalışıyoruz bu dalgalı denizde.
Virginia Woolf’un Romandaki Şiirselliği
“Bilinç akımını süzüp ayıklar, bazı şeyleri seçer, bazılarını ele almaz. Kişilerinin iç dünyasına o an ışık tutan, anlamlı düşünceleri ve duyguları iletir bizlere. Bütün bunlardan ötürü, Virginia Woolf’un yazdıkları geleneksel roman kavramından öylesine uzaktır ki, “Bunlar gerçekten roman mıdır?” diye düşünenler olmuştur belki de. Böyle düşünenlerin hakkı da vardır. Çünkü bildiğimiz kadarıyla ömründe şiir yazmayan Virginia Woolf’un romanları, romandan fazla şiire benzer. E.M. Forster bunu hemen anlamış; “Elinden geldiğince romana yakın bir şey yazmak isteyen bir şairdir o” demişti.”(6)
Woolf’un başyapıtlarından birisi olarak görülen Dalgalar kitabında da aynı şiirsel dil, simgesel bir anlatı mevcut ve “Woolf, insanların dış dünyasına değil, ancak iç dünyasına ilgi duyduğundan”(7) tam anlamıyla bir olay örgüsü yok. Hikâyeyi, karakterlerin diyalogları ve monologları üzerinden farklı zaman geçişleriyle çoğunlukla imgeler ve metaforlar üzerinden bize aktarıyor. Woolf kendi zihnindeki problemleri bir hizaya dizmiş ve kelimelere dökmüş. Kendine saklanmış tanıların zincirini oluşturuyor. Kendi hayatında cinselliğin olmamasından ötürü romanlarında da bunu hiç öne çıkarmamış olan yazarımız bu romanda hem kendi eşcinsel dürtülerini yansıtıyor hem de şiir gibi konuşan karakterlerimizin hayatına üstü kapalı simgesel bir cinsellik anlatısı serpiyor.
Dönemin romanına dair ufak bir düşüm:
Dönemin romanlarının (19.yüzyıldan 20.yüzyıla geçiş dönemi) genelinde daha soyut bir anlatı sunulup okuyucunun zihni yoklanırken, anlatıyı kendisinin tamamlaması beklenirken şiirsel bir kuram üzerinden ilerlerken yeni dönem çağdaş eserler somut ve katı biçimde sunuyor hikâyeyi. Bu, zihni aynı derecede zorlamazken duygusal olarak daha histerik sonuçlar doğurabiliyor. Çünkü öbeği tam-somut anlamıyla duyumsatıyor, gösteriyor.
Metinlerarasılıkta Zaman Yolculuğu; Woolf’un Dalgalar’ı Calvino’nun Kentler’i
Calvino’nun Görünmez Kentler’i daha çok mekân, yer ve kent tasvirleri üzerine bir gezginin anılarını, hikâyelerini dinliyormuş gibi sunuluyor. Woolf’un Dalgalar’ında ise bu tasvirler daha içe dönük, kişiye özel, zihinsel bir anlatıyla veriliyor. Ara sahnelerin çoğunda doğa illüstrasyonları ve doğa olaylarıyla öne çıkan metaforik atmosfer tanımı karşımıza çıkıyor. Calvino’nun mekânları daha doğaüstüyken Woolf’un ara geçişlerinde sıradan doğa olayları şiirsel bir anlam kazanıyor. Woolf’un dokuz bölümden oluşan bu romanının ara geçişlerinin her birinde aynı mekân farklı şekillerde anlatılırken her paragrafın başında “güneş” bizi karşılar.
“Gerçekten de değişen tek şey güneşin gökyüzündeki durumudur; güneşin doğuşu, yükselişi ve batışıdır. Bu da kişilerin geçirdikleri evreleri, gençlikten yaşlılığa doğru ilerleyişlerini gösterir. Dikkat edilirse, bu dokuz metnin her biri ‘the sun’ (güneş) sözcüğüyle başlar. İlk metinde ‘The sun had not yet risen’ (Güneş henüz doğmamıştı); son metinde ‘The sun had sunk’ (Güneş batmıştı) denilir.”(8)
Edebiyatın birbiriyle, yazarın kendi hayatıyla kesişimselliğinden büyülenmek için mükemmel bir eser Dalgalar. Adeta Virginia Woolf’un zihninin denizlerinde dalgalanıyoruz.
“Ama üstüme yığılıyor sular; iri omuzlarının arasında alıp götürüyorlar beni, döndüm; yuvarlandım; bu uzun ışıkların, bu uzun dalgaların, bu sonu gelmeyen patikaların arasında gerildim, peşimde insanlar, insanlar.” (Syf.23)
Bu iki metindeki ara geçişlerin tanısal ve anlatısal olarak benzerliği olmakla birlikte birbirinden oldukça farklı düşüncelerle yazıldığı, konusunun hiçbir benzerliği olmadığı da ortada. Woolf’un Dalgalar’ı 1931 yılında yayımlanmışken; Calvino’nun Görünmez Kentler’i 1972 yılında yayımlanıyor. Ben Calvino’nun eserini daha önce okumuş olduğum için bu benzerlik dikkatimi çekti fakat Woolf’un eserini daha evvel okumuş olsaydım belki de hiç böyle bir edebi yakınlık kuramayacaktım. Bu da edebiyatın sihirli yanı bana kalırsa.
“Şimdi sular alçalıyor. Şimdi ağaçlar yeryüzüne geliyor; kaburgalarıma vuran sert dalgaların salınımı yumuşuyor ve kalbim, yelkenleri yavaşça süzülerek beyaz güverteye inen bir yelkenli gibi demir atıyor. Oyun bitti. Artık çay içmeye gitmeliyiz.” (Syf.39)
NOTLAR VE KAYNAKÇA
Not: Kitabı Sia Kitap’tan çıkan İlknur Özdemir çevirisinden okudum. İlknur Hanım’ın çevirilerini gözüm kapalı önerebilirim. Ayrıca Mina Urgan’ın kitabı olmasaydı kitaba dair yazıyı yazarken epey zorlanırdım muhtemelen çünkü yazarı tanımadan ve eserlerine hâkim olmadan çok zor anlaşılabilecek bir eser. Aynı zamanda yazara başlangıç için iyi bir öneri değildir, Orlando kitabı önerilebilir başlangıç için.
İkinci Not: Percival karakterine bilerek değinmedim, bu karakteri okuyucunun kendi değerlendirmesi daha gizemli kılabilir metni fakat şöyle bir bilgi verebilirim. Woolf güncesinde 25 yaşında ölen kardeşi Thoby’i hayal ederek Percival karakterini oluşturmuş fakat birçoğumuza göre Percival Tanrı imgesi bile olabilir.
1 Mina Urgan- Virginia Woolf (Yapı Kredi Yayınları syf.68)
2 Joan Bennett, Amerikalı aktris.
3 Mina Urgan- Virginia Woolf (Yapı Kredi Yayınları syf.179)
4 Mina Urgan- Virginia Woolf (Yapı Kredi yayınları syf.180-181)
5 Mina Urgan- Virginia Woolf (Yapı Kredi Yayınları syf.46)
6 Mina Urgan- Virginia Woolf (Yapı Kredi yayınları syf.69)
7 Mina Urgan- Virginia Woolf (Yapı Kredi Yayınları syf.67)
8 Mina Urgan- Virginia Woolf (Yapı Kredi Yayınları syf.177-178)