in

ZEKİ DEMİRKUBUZ’DAN HAYAT: BURADA HERKES İNANMAK İSTEDİĞİNE İNANIR

Mahur Uslu yazdı…

Hayat, belki de ismiyle vadettiği gibi her duygunun sardığı, her skalanın kendini gösterdiği bir ‘olgunluk eseri’. Masumiyet, Kader dönemlerinde gördüğümüz hapishane metaforlu Zeki Demirkubuz sinemasından daha farklı, daha olgun belki de daha canlı bir film, hayat gibi.

(Yazımıza devam etmeden önce uyarmak isterim, buradan sonrası ara ara tat kaçırıcı spoilerlar içerir. Henüz izlememiş olanlara uyarılır.)

Yazımıza filmi olgunluk eseri diye tanımlayarak başladık, bunu biraz açmak gerekir sanırım. “Zeki Demirkubuz sineması”ndan hiçbir şey kaybetmese de oldukça şey kazanmış yönetmen. Bunlardan belki de en belirgini kendine has sinemasındaki kaderine mahkum karakterlerden bir nebze de olsa sıyrılmış olması. (En azından karakterlerin kaderlerinden kaçmaya çalışması.) Bu kaderine mahkum karakter örneği en çok Bekir karakterinde karşımıza çıkıyor. Örneğin Masumiyet filmindeki tiradında söylediği gibi, “Oğlum Bekir dedim kendi kendime, yolu yok çekeceksin. İsyan etmenin faydası yok, kaderin böyle. Yol belli, eğ başını, usul usul yürü şimdi. O gün bugün usul usul yürüyorum işte.” Bekir usul usul yürüyor, durup bir soluklanmak aklına gelmeden. Uğur’un kaderinde olmadığını bilmeden, aslında anlamadan yürüyor. Yusuf’tan bir farkı yok esasında, mapus farklı mapus ama mahpus aynı mahpus. Ancak işler Hayat’ta tam olarak bu şekilde ilerlemiyor. Daha canlı karakterlere sahip. Hicran’da da Rıza’da da bunu görüyoruz. Öte yandan belki de en fazla Orhan’da, biteceği başlangıcından belli bir ilişkiye başlayarak herkesten daha fazla karşı çıkıyor kaderine. Bitmesi gerektiğinin kendisi de farkında ancak istemiyor, diretiyor. Tabi ki buna antitez olarak şu örnekleri de verebiliriz, her ne kadar daha bağımsız, daha canlı karakterler izlemiş olduğumuzu söylesek de son kertede film bize kader rayından çıkamamış, boyun eğmiş, razı gelmiş karakterler seyrettiriyor. (Belki yönetmen karakterimizin ismini Rıza koyarak bir mesaj vermek istemiştir. Masumiyet filmindeki ‘Çilem’ ismiyle bunu yaptığını görmüştük) Tam da bu noktadan baktığımızda Hicran, kaderinde olan Rıza’ya aşık oluyor. Orhan, Hicran ile olan ayrılığını kabulleniyor. Baba Memet, kızı Hicran’ı bağrına basmasa da kabul ediyor. Anne, anne zaten başından beri Memet beyin şiddetini kabullenmiş halde. Yani Hayat’ın karakterleri diğer Demirkubuz filmlerinin aksine kader ağlarından kaçmaya çalışsa da, filmin sonunda bunu başaramamış ve yine kaderine razı gelmiş bir halde hayatlarına devam ediyorlar. Kendisiyle bir savaş haline giren klasik Demirkubuz sineması, özünden bir parça kaybetse de iskeletini tutmayı başarıyor.

Değinmemiz gereken önemli bir değişiklik de, yönetmenin kendine özgü sinemasında belki de en çok eleştiri aldığı konu olan salt depresifliği de bir parça kenara koymuş olması. Pas, kir, küf kokan dumanlı Demirkubuz sineması daha yalın, daha temiz görünüyor. Yazımızın başında bahsettiğimiz ‘ismiyle vadettiği gibi’ kısmı burada devreye giriyor. Film, Demirkubuz sinemasından beklenmeyecek kadar fazla pozitif unsur içeriyor. Özellikle filmin sonunda bu denli olumlu, umut dolu bir sahne görmüş olmamız klasik Demirkubuz seyircisine yabancı gelecektir. Ancak hayat böyledir, komediler ve trajediler manzumesi… Bu sebeple Demirkubuz sineması Hayat ile yeni bir form alıyor. Dibe batmış, tamamen umutsuz sonlardan kurtuluyor bu filmle. Çünkü hayatta bazen sonlar umutludur, daha doğrusu umutlu ‘sonlar’ aslında hiçbir zaman son değildir. Umut, hayatı devam ettiren bir motordur adeta. Elinde umudu kalmayan insan bitişi kabullenebilir, acı bir kabulleniştir bu ancak bir umuda tutunmuş insan için ‘son’ cehennem demektir. Belki bu sebeple diğer bütün Demirkubuz filmlerinden daha korkutucu Hayat. Elinde olan umudu kaybetme korkusunu hangi korku yenebilir, mevzubahis karnınızda taşıdığınız bir can olduğunda hem de?

Film her şeyin beraberinde, üstüne misyon edinmese de, bir Anadolu aile yapısı portresi çiziyor. Kadının hor görüldüğü, dövüldüğü, kocasına el öptürüldüğü, tercihlerden mahrum bırakıldığı bir atmosfer. Baktığımızda filmde Hicran’ın hissettiklerinden daha çok Hicran’ın eylemlerine etrafındaki erkeklerin tepkisini izliyoruz. Durum gerçekte de böyle değil mi zaten, hayatta. Kadının eylemleri önemli değil, erkeklerin tepkisi önemli. Kadının duyguları önemli değil, erkeklerin ne düşündüğü önemli. Komşunun Hicran’a dediği gibi ‘Yine senin kararın tabi ama…’ amalarla süslü fakatlarla dolu bir ezen ve ezilenler dünyası. Filmin misyonu bu olmasa da alt metinden yakalayabiliyoruz bu bakışını, en azından ben böyle okudum. Özellikle Hicran ve Rıza’nın bayramlaşmaya gitmesinden önce Hicran’ın Rıza’nın elini öpmeye çalıştığı sahnede. “Annem babamın elini öperdi, benim de oradan aklımda kalmış.” Diyor Hicran. Rıza reddetse de öğreniriz doğrusunu diyor. Ne olursa olsun gelenekten kaçamayan, geçmişten geleni kutsal sayan bir bilinçaltı görüyoruz. Film bir yandan bunun ‘modernlikle’ ilgisi olmadığını da gösteriyor Orhan karakteriyle. Öğretmen emeklisi Orhan ne kadar ‘modern’ de olsa ataerkiden kaçamıyor. Hicran’ı istemediği bir evliliğe devam etmek zorunda bırakıyor. Ne kadar sonunda serbest bıraktığını görsek de aylar, belki yıllarca kendi hazzı için hapis tutuyor Hicran’ı hem de ‘e sen de ev hanımlığına devam edersin’ diyerek. Bu noktada film bir dönüşüm de yaşatıyor Hicran’a. Başlarda İstanbul’a kaçmış, asi ‘arasan bulunmaz’ Hicran filmin ortalarında ‘evdedir ,bulunur’ oluyor. Anadolu’nun sert ikliminde ‘uysallaşan’ bir kadın karakteri daha izliyoruz. Maalesef Hayat’ta da, hayatta da…

Filmin önemli bir sahnesinde yine çok önemli sosyopolitik vurgular da var. Rıza’nın İstanbul’da yaşayan ‘üniversite öğrencisi’ arkadaşı aslında büyük şehirde hayatını dilediği gibi yaşayabilmek için üniversite okuyormuş gibi yaparak ailesini kandıran bir karakter. Nispeten kısa bir ekran süresine sahip olsa ve filmin ana hikayesine çok büyük hizmet etmese de bu karakter yönetmenin ikinci bir derdi için hayati öneme sahip. Zeki Demirkubuz bu karakter üzerinden esasen Türkiye’nin bir siyasi bir haritasını çizmeye çalışmış. Karakterimiz, kurguladığı yalanın gerçekçi olması için evinde bedava bir şekilde gerçek bir üniversite öğrencisinin yaşamasına izin veriyor, odasına koyduğu kitaplarla yalanın dekorunu güçlendiriyor ve daha nice yollarla ailesine bu yalanı söyleyebiliyor. Vicdani açıdan da oldukça ferah bir durumda görüyor kendisini, yanında yaşamasına izin verdiği ‘Türkiye derecesi yapmış’ zeki öğrenciyi bir nevi okuttuğunu ve bu çocuğun ilerde “vatana millete” hayrı olacağını söylüyor. E tabi bu vesileyle o da ülkesi için büyük bir iş yaptığını düşünüyor. Gerçek hayatta da gördüğümüz gibi ahlaki yönden meşru olmayan olaylarda “vatan millet” vurgusuyla kendi vicdanımızı koruyabiliyoruz. Ailesinin bu yalanı nasıl yakalamadığı sorusuna ise verdiği cevap, belki de Türkiye siyasi yapısını özetler nitelikte: “Burası Türkiye, burada herkes inanmak istediğine inanır.”

Film, Demirkubuz’un da bir röportajında belirttiği gibi Kader ve Masumiyet ekolünden ilerlese de ana erkek karakter olarak neredeyse taban tabana zıt kimlik gösteriyor. Kader ve Masumiyet’te Bekir’in aşkından saplantılı bir halde Uğur’u takip ettiğini görüyoruz. Hem de ömrünün sonuna dek, hatta canını bu yol uğrunda vererek yapıyor bunu. Kendisinin dediği gibi, usul usul yürüyor. Uğur’un aklının Zagor’da olduğuna aldırış etmiyor bile. Dile kolay tam 20 yıl; Uğur Zagor’un, Bekir Uğur’un peşinde. Bu noktadan baktığımızda Bekir bu aşka hayatını adayacak kadar saplantılı, deyim yerindeyse hastalıklı bir karakter. Hayat’a baktığımızda ise Rıza da Hicran’ın peşinde böyle bir yolculuk yapsa da aşk motivasyonu ile yapmıyor bunu. Rıza’nın macerasını bir ‘gurur meselesi’ olarak kaleme almış yönetmen. Rıza, Hicran’ın onu neden istemediği konusunu kafasına takarak bir yüzleşme motivasyonuyla düşüyor yollara. İşte tam da bu noktada ayırabiliyoruz Bekir ve Rıza’yı. İkisi de amacı uğrunda büyük bedeller ödeyebilecek kadar ‘gözü kara’ karakterler ancak Bekir’deki kör ve saplantılı aşk Rıza’da daha sağlıklı biçimde önümüze çıkıyor. Belki de bu yüzden Bekir’in aşkı asla galip gelemiyor ancak Rıza ve Hicran’da bir mutlu, en azından umutlu son görüyoruz. Biraz kişisel bir yorumla söyleyebilirim ki, bu sebepleri göz önüne aldığımda Rıza daha sevilesi bir karakter Bekir’e nazaran.

Hepsinin ardından sinematografik bir değerlendirme de yapmalıyız. Her ne kadar hikaye anlatımında ve duygu aktarımında ülkemizin yetiştirdiği en mahir yönetmenlerden olsa da HD çağına ayak uyduramamıştı Zeki Demirkubuz. Özellikle Bulantı filmiyle sinematografik olarak dibi gören Demirkubuz sineması Hayat’la beraber bu sorunu aşmış görünüyor. Bu senenin tartışmasız en iyi işlerine imza atan görüntü yönetmenleri Kürşat Üresin ve Cevahir Şahin ikilisi Nuri Bilge Ceylan’ın “Kuru Otlar Üstüne” filminde de çok iyi iş çıkarmıştı. Hayat’ta da Demirkubuz sinemasını ve sinematografisini birkaç seviye yukarı çekmişler. Renklerinden ışığına kadar tüm alanlarda göze hoş gelen ve hikayenin canlılığını belki seyirciye daha da canlı hissettiren oldukça kaliteli bir iş olmuş.

Filmin eksiklerinden bahsetmemiz gerekirse öncelikle biraz aşırıya kaçmış süresinden başlamalıyız. Yer yer bitmeyecek hissi veren film, 193 dakikalık süresiyle izleyicinin sabrını epey zorlayan bir yapıya sahip. Kimi sahneler gereğinden fazla uzun tutulmuş. Örneğin Caner Cindoruk’un cameo yaptığı taksi sahnesi son kurguda komple atılmalıydı. Bu ve bunun gibi hikayeyi direkt beslemeyen sahneler filmin süresinin anlattığı hikayeye göre uzun olmasına neden olmuş. Buna sebep olan unsurlardan biri olan mizah ise kendi başına ayrı bir sorun teşkil ediyor. Diğer tüm Demirkubuz filmlerinden daha fazla mizah unsuruna sahip olan Hayat, kimi sahnelerde yine hikayeye ve hikaye yapısına hizmet etmeyen güldürüler izlettiriyor seyirciye. Özellikle filmin İstanbul bölümünün mizah yükünü üstlenen Doğu Demirkol’un karakteri fazlasıyla sığ ve yalnız mizah unsuru olarak yazılmış. Bu noktalarda film, Zeki Demirkubuz sinemasından ziyade bir kara-komedi yapısına bürünüyor ve kanımca filmin ve işlediği konuların ciddiyetini bir parça azaltıyor.

Son yoruma gelirsek; Hayat, diğer bütün Demirkubuz filmlerinden daha canlı olmasına karşın benim favorim olamadı. Yine de yönetmenin uzun zamandır yaptığı en sağlam ve nitelikli iş olduğunu da belirtmeliyim. Özellikle sinematografik açıdan daha gelişkin bir film görmek, bir Zeki Demirkubuz izleyicisi olarak beni mutlu etti. Bu ve yazının tamamında bahsettiğim sebeplerle ben filmi genel olarak beğendim. Yılın iddialı ve önemli işlerinden biri olmasıyla beraber Demirkubuz filmografisinde de kendi yerini alacak önemli bir film olarak görüyorum.

BU İÇERİĞİ OYLAYIN.

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir