Giriş
Marjane Satrapi’nin İran Devrimi öncesi ve sonrası ile şekillenen hayatını ve ülkesi ile ilgili karmaşık hislerini neredeyse otobiyografik bir şekilde anlattığı “Persepolis” Batı’nın kültürel emperyalizm üzerinden bağnaz etiketi yapıştırdığı birçok ülkeden biri olan İran ile ilgili yanlış algıları kırmak için kendi gördüğü ve bildiği İran’ı anlatma çabasının vücut bulmuş halidir.
Bu çaba, İran’ı ikinci terk edişi olan 1994 yılından 6 sene sonra “Persepolis” çizgi romanı ile ilk meyvesini vermesinin ardından, çizgi romanın kritik başarısının takipçisi olarak 2007 yılında çıkan animasyon film uyarlaması ile birlikte birçok ödüle layık görülerek günümüzdeki kült seviyesine ulaşmıştır.
Peki, birçok tarihsel gerçeği yazarların kendi deneyimleri ile yansıttığı eserler varken neden “Persepolis” hala insanların dönüp baktığında empati kurabildiği bir eser olarak kaldı?
Bu sorunun cevabı, Marjane Satrapi’nin film için bir röportajda verdiği şu cevapta gizli olabilir: “Ahmaklığa ahmaklıkla cevap veremezsiniz, şiddete şiddetle cevap veremezsiniz. Geri çekilip olaya bakmak son derece önemlidir” (Persepolis – Exclusive: Marjane Satrapi-movieweb).
Bu sözlerin anlamını, eserin her noktasında görebilirsiniz. Ülkenin hayatının büyük bir kısmında özgürlüğüne ve çevresindekilere verdiği zarara rağmen, hikayenin hiçbir noktasında yaşadıkları dışında nefret veya düşmanlıkla yazılmış bir yerin olmaması, bu sözlerin anlamına ne kadar değer vererek eseri sadece anlatılanlar veya televizyonda gösterilen İran’ın dışında da bir gerçeklik olduğunu göstermek için yazdığını belli ediyor.
Bu anlatıyı derinlemesine daha iyi anlamamız için yazıda filmi ve çizgi romanı aynı potada eriterek anlatmanın daha doğru olduğunu düşünüyorum. Çünkü iki medyumun birbirlerine karşı artı ve eksileri olması nedeniyle bu tür bir yaklaşımın eseri daha geniş bir çerçeveden anlamamıza yardımcı olacağına inanıyorum.
Karmaşanın İçinde
Eserin ilk bölümünü, yazarın çocukluğundan İran’ı ilk terk edişine kadar olan dönem olarak ayırabiliriz. Bu bölüm, bir ülkenin gerçeklerinin gün ve gün değişebildiği karmaşık bir atmosferde çocuk olmanın zorluklarını anlatıyor. Ülkemizin en aydın gençleri olarak kabul edebileceğimiz vatandaşlarımızın bir günde terörist ilan edilebildiği bu atmosferde, gerçeklerin ne kadar kırılgan olduğunu ve hükümetlerin kendi amaçları için bu gerçekleri nasıl manipüle edebildiğine dair deneyimleriniz olduğunu düşünüyorum.
Marjane’nin ailesi, devrime destek veren ve devrimin içinde rol oynayan insanlarla yakın arkadaşlıkları nedeniyle evde devrim rüzgarları estiriyorlar. Her ne kadar bu konuları Marjane’e doğrudan yansıtmasalar da.
Evinde devrim rüzgarları eserken, okulunda ise Şah’ın Tanrı tarafından seçilmiş kral olduğuna dair bilgiler kitaplarını süslüyor. Bu ikilik elbette Marjane’i neye inanması gerektiğini bilemediği bir kaosa sürüklüyor.
Ancak küçük yaşlarda düşüncelerin ve ideolojilerin temellerini kavrama kapasitesine sahip olmadığınız için, hangi tarafın size daha etkili bir şekilde düşüncelerini dikte ettiğine bağlı olarak düşünceleriniz şekilleniyor.
Okulların bir toplumu yönetmenin en güçlü araçlarından biri olduğu düşünüldüğünde, Marjane’nin de Şah’ın Tanrı tarafından seçilmiş bir kral olduğuna inanmasına şaşırmamak lazım.
Ancak bu inanç, ailesinin devrimle ilgili yaptığı bir tartışma gecesinde ailesine karşı çıkarak Şah’ın haklı olduğunu ve tahtın haklı varisi olduğunu savunurken, ailesinin sadece 5 dakikalık bir açıklaması sonrasında Şah’ın düşmesi gereken bir sahtekar kral olduğuna inanması ile sonlanıyor.
Ne de olsa küçükken inançlar ve düşünceler bizim için temelsiz birer olgudan başka bir şey değiller.
Ama bu gerçeklerin sürekli değiştiği atmosfer, devrimin başarıya ulaşıp Şah’ı devirmesiyle sonlanır. Bir süreliğine bayram havası hakim olur İran’a. Ne yazık ki bu bayram havası yerini halkın Şah’ı mumla aradığı bir döneme bırakır.
Bastırılanların Geri Dönüşü
Devrim sonrası yapılan seçimlerle iktidara gelen yeni köktenci dinci rejim, İslam dininin kurallarını uygulama adı altında halkın tüm özgürlüklerini kısıtlamaya başlar. Kadınlara tesettür zorunluluğundan, sokaklarda dolaşan ahlak polislerine kadar, bir insanın kendini ifade edebildiği hangi özgürlüğü varsa kontrol altına almaya başlar.
Bu güçlerin veya rejimlerin özgürlüklerimizi elimizden almaya çalıştığı zamanlarda, bu güce karşı yapılan her eylem kendimizi savunmanın bir biçimi olarak hissettirir. Devletin yasakladığı müzikleri dinlemekten, tesettürü olabildiğince açık hale getirmeye kadar birçok farklı hareket, özgür bir ülkede küçük ayrıntılar olarak kabul edilebilirken, o dönemin İran’ındaki gibi atmosferlerde özgürlüğün savunulma biçimine dönüşür.
Bu durum, öyle bir hal alır ki bir sokakta gördüğünüz insanla iletişim kurmadan, sadece fiziksel özelliklerinden ideolojik veya hükümete karşı düşüncesini anlayabildiğiniz göstergelere dönüşür. Bu tür etiketlemeler, birbirimiz ile iletişime geçmeden insanları kutulara sıkıştırmamıza neden olur bu da aynı şu an ülkemizdeki gibi kutuplara ayrılıp gözümüzün önündekileri kaçırmamıza sebep olur.
Eserin özellikle üzerinde durduğu bu durum, elbette Marjane’i etkiler. Filmin ünlü sahnelerinden biri olan ahlak polisleri ile diyaloga girdiği sahne de bu etkilenmenin sonucudur.
Çocukken kendimizi ifade edebileceğimiz her küçük ayrıntıya önem verme eğilimindeyizdir. Bir de İran gibi atmosferlerde bulunduğumuzda, en ufak özgürlüğümüzü ifade edebileceğimiz durumlar için hapse girmeyi bile göze alırız.
Dinlemek istediği müzik kasetleri, rejimin Batı’ya karşı tutumundan dolayı satılmadığı için korsan yollarla almaya gittiği sahnede yakalanan Marjane de bu motivasyonlar ile bu riskleri göze alıyor.
Hızlı yalanları ve çocukluğu sayesinde bu durumdan paçayı kurtarsa da, ailesinin bu olayı öğrenmesi ve Irak’ın İran’a savaş açmasının ardından, ailesinin İran’ın artık Marjane için iyi bir yer olmadığına dair endişeleri artar.
Rejimin 13 yaşındaki erkek çocuklarını zorla veya cennete garanti yer kazanacakları yalanları söyleyerek savaşa sürüklemeye çalışması da, bardağı taşıran son damla olur ailesi için ve Marjane’i Viyana’da okumaya göndermeye karar verirler.
Giderken anneannesinin verdiği öğüt, bence eserden çıkartabileceğimiz en değerli ders: Her zaman onurunu koru ve kendine sadık kal.
Ayrıca, Marjane’nin Avrupa boyunca yaşadığı problemlerin çözümü de bu sözlerde gizli.
Karmaşanın Dışında
Ailenizi, sevdiklerinizi terk etmek zaten yeterince zor bir süreçken, İran’ın yaşadığı gibi bir karmaşada bırakmak taşıması zor bir yük.
Marjane, bu yükün altında ezilmemek için Avrupa’da edindiği farklı gerçeklikleri yaşayan arkadaşlarının gerçekliğine katılmaya çalışır.
Bu çabanın yanı sıra özgür bir hayata da uyum sağlamaya çalışır. Çünkü hayatının büyük bir kısmı baskıcı rejimlerle geçmiş birinin saçlarını salarak içi dolu olan marketlerde dolaşmaya alışması gerekiyor.
Bir gücün dayatması olmadığında, kararlarımızı kendimiz verebildiğimiz noktada özgürlük bir haktan çok bir seçimdir aslında, yükü ve sonuçları olan bir seçim.
Başkalarının gerçekliklerinde yaşamaya başladıkça, kendi kişiliğinden ve kendi kültüründen uzaklaşıyor tabii. İnsanların İran ile ilgili sorularından kaçmak için kendini Fransız olarak tanıtmasına kadar giden bu durum, Marjane’nin kendini kaybetmesine sebep oluyor.
Her gerçeklik kendi kültürünü oluşturur elbet, ve bu biriciklik çok değerlidir. Ama eğer birbirimizin kültürlerine sempati besleyemezsek ve birbirimizi asimile etmeye çalışırsak, ne yazık ki Marjane’nin kendini kaybetmesi gibi birçok insanın evinden uzakta kendini kaybetmesine sebep olabiliriz.
Fransız olduğunu söylediği çocuğun ablası, kafede onunla ilgili dedikodu yaparken her zaman ki pervasızlığı ve siniri ile kıza, “Ben İranlıyım ve bundan gurur duyuyorum!” diye bağırdıktan sonra, üzerinden utancı ve suçluluk yükünü atarak anneannesinin sözünü hatırlar: “Her zaman onurunu koru ve kendine sadık kal.” Kendimize sadık kalmak, bizi büyüten insanlara ve çevremizdeki kültüre sadık kalmaktır.
Bu, milliyetçi bir tutumdan ziyade, iyisiyle kötüsüyle görmek ve bu kültüre ve insanlarına minnettar olmaktır. Bize iyi deneyimler sunmasalar da bazen, onları inkar etmek bizi sadece gölgemizin gölgesi yapar. O yüzden minnettar dahi olmasak, o kültürden geldiğimizi kabullenmek olabildiğince yaşatmaya çalışmak bizi sadece büyütür.
Son Sözler
Persepolis, bana sanatın gücünü bir kez daha hatırlattı. Kendi ülkesinin kültürel emperyalizm aracılığıyla anlatılan gerçekliğinin dışında da bir gerçeklik bulunduğunu anlatırken, hepimizin hayatta karşılaştığı kavramları karmaşık bir bağlam içinde deneyimleyen bir küçük kızın büyüme hikayesini bu kadar ustalık ve nefretten arınmış bir şekilde anlatmasına saygı ve hayranlık duymaktan başka bir hissim yok.
Egemen güçlerin sunduğu gerçekliklerin dışında da gerçeklikler bulunduğunu yansıtmanın belki de en güçlü anlatım yollarından birinin sanat olduğunu bir kez daha kanıtlayan bir eser “Persepolis.”
Bu durumdan ne yazık ki sadece İran muzdarip değil elbette, ülkemizin de maruz kaldığı bu tek taraflı propagandalar neredeyse deveye bindiğimizi gösteren kadar çıldırmış durumda. Kültürümüzün ve ülkemizin anlatısı, bizden başka insanlara bırakılamayacak kadar değerlidir.
Bu anlatıyı tekrar elimize alabilmemiz ancak “Persepolis” gibi nefretten arınmış saf duygularla yazılmış eserlerle mümkün olabilir. Bu nefret ve hayal kırıklığından sıyrılmak her ne kadar zor olsa da bugünlerde.
Ben de bu ülkenin bir genci olarak bu duyguları paylaşsam da, arkada bırakamayacağımız kadar özel bir ülkemiz olduğuna inanıyorum.
Ne de olsa özel insanlar kurdu ülkemizi ve bize miras bıraktılar bu özel toprakları. Bu yüzden nefretimizden arınıp ülkemizin anlatısını egemen güçlerden alıp biz anlatmalıyız. O zaman eminim ki ülkemizin şu anki kutuplaşmış hali de dışarıdaki yanlış anlatımımız da yerini güneşli günlerimize bırakacaktır.