in

DEVRİM VE KARŞI-DEVRİM

Berkan Duysak yazdı…

Giriş
Türkiye devrimleri tarihinde en tartışmalı devrim ve karşı-devrim dinamiklerinden biri olan İttihat ve Terakki Cemiyeti’nin (İTC) özgül yanlarını ve devrimci unsurlarından bahsedeceğim.
İTC’nin özgül olarak anlamı şudur: Ancien Régime (antik rejim-modern rejim öncesi) yıkılma sürecinde ilk devrimci kopuşu sağlamış, Türkiye burjuva devrimleri tarihinin ilkliğini temsil eder. İTC’nin sağladığı tecrübe ve birikim, kendisini Milli Mücadele ve Cumhuriyet dönemi politikalarında gösterir.

İTC’nin oluşumunu, Osmanlı’nın yenilgi döneminin başlangıcından sonra ikame ettirdiği özellikle III. Selim sonrası modernleşme süreciyle anlayabiliriz. Osmanlı’nın Balkanlar’da kaybettiği topraklar, İmparatorluğun mali ve ekonomik bunalımı, uluslararası işbölümünde geri ve bağımlı durumu, ülke toprakları içerisinde gelişen yeni mülk sahipliği biçimleri, başkentte oluşan finansal bağımlılık biçimlerini gösteren asalak sınıflar ve Saray’ın bu durumlara cevap veremediği veya vermekte geç kalındığı durumlar meselenin arka planını oluşturuyor. İTC’nin varlığı bu durumda: Osmanlı bürokrasisi, ordu ve elit çevresinde gelişen “modernleştirme” kamplarının bir tezahürü ve yeni ihtiyaçlara yeni talepler üzerinden açıklayabiliriz. Elbette şu ayrımı ortaya koymak gerekir. II. Mahmut’la artan bir Batılılaşma yani dünyayla bütünleşme politikası, Osmanlı bürokrasisinde belirli yarıklara, bürokratlar arası mücadelelere, komplolara, yeni reformlara yol açmıştır. Reformların yol açmasıyla daha da gelişme gösteren sivil toplum dinamikleri, İTC’nin oluşumu ve 1908 Devrimi’nin bileşkeli yapısında kendisini gösterecektir. Kısaca, 1908 Devrimi Tanzimat paşaların yarattığı bir süreçten öte, sivil toplum dinamiklerinin etkisinin olduğu çokuluslu-katmanlı süreçtir. Elbette mevzubahis: sınıf mücadelesinin zengin, karmaşık ve çok belirlenimli şekilde politik-ideolojik alanlarda kendisini açımladığını söylemek yanlış olmayacaktır.

Osmanlı aydınları, uluslararası konjonktürde Osmanlı’nın yaşadığı sıkışmaya, yeni cevaplar üretirken sık sık “devletin kurtarılması” retoriğine başvurduğunu, ordunun modernizasyonun her reform ve devrim taleplerinde önemli yer tuttuğunu, uluslararası pazarda rekabet edebilmek için birçok fikirleri (bkz: Liberalizm, List’cilik vs.) tartıştığını görüyoruz. Bu tür makro çözümler aranırken aynı zamanda dil, alfabenin değiştirilmesi, kılık-kıyafet, kültürel dönüşümler vb. şeylere de katkılar sunulduğunu, Cumhuriyet döneminin sosyal-kültürel reformlarının ön-gösterimlerinin bu dönemlerde tartışıldığını tespit edebiliriz. Hal böyleyken, bütünsel okumayla Osmanlı modernleşmesiyle Cumhuriyet arasında süreklilik vardır, ancak şunu da unutmamak lazım ki Cumhuriyet, İTC’nin tamamlamadığı birçok demokratik talep ve görevleri üstlenerek devrimi mantıkî sonucuna vardırmıştır.

İTC’nin Oluşumu
İTC’nin sosyal kökenleri genel olarak sivil bürokraside görev alan aydınlar ile mektepli subaylardı. Ağır basan karakter: mektepli olmaktı. Abdülhamid’in zamanında Harbiyeli ve Mülkiyelileri Avrupa’da eğitime göndermesi gibi olaylar bu kesimlerin Avrupa’yla tanışmasını, orayı daha çok takip etmesini ve devrimci akımlarla irtibat kurmalarını sağlıyordu. Fransız Devrimi’nden etkilenmeleri keyfi değildi. Fransız devrimciliğin sloganlarını kendi dilimize tercüme etmeleri (Bkz: Hürriyet, Müsavat, Uhuvvet) hayranlığı gösterir niteliktedir.

İTC’nin kuruluşu, Selanik grubu denilen Enver’ler Niyazi’lerin olduğu İTC’den önce olarak Askeri Tıbbiyede kurulmuştur: “1889’da Askerî Tıbbiyede kurulan gizli örgütün adı İttihad-ı. Osmanî’dir. Kurucuları, bu okuldaki öğrencilerden İshak Sükûtî, Mehmet Reşit, Abdullah Cevdet, İbrahim Temo, Hüseyinzade Ali idiler.”(Sina Akşin, s. 17) Kurucuların profillerine baktığımızda birçok farklı etnik kökenli Osmanlı vatandaşlarından oluştuğunu görüyoruz, özellikle İbrahim Temo Arnavut kökenlidir. Örgütün ismi, sonraları Ahmet Rıza’nın pozitivizmden etkilenerek önerdiği şekliyle “Osmanlı İttihat ve Terakki Cemiyeti” haline geliyor. Osmanlılık kimliğini belirten “İttihat, Birlik” ve ilerlemeyi belirten “Terakki” kelimesiyle, amaçlarını cemiyetin adıyla belirtmiş oluyorlardı.

1. Abdülhamit’in tahta çıkışıyla beraber “istibdat dönemi” denilen idari olarak anti-demokratikleşme süreçlerinin katlanarak arttığını görürüz. II. Abdülhamit’in amcası Abdülaziz’in kendi padişahlığı dönemi indirilmesi ve şüpheli ölümü, II. Abdülhamit’in paranoyak şekilde davranmasının sebeplerinden biri olduğu söylenmektedir. Kendisinin döneminde birçok toprağın kaybedilmesi, 93 Harbini bahane ederek meclisi askıya alması (Birinci Meşrutiyet olarak adlandırılan süreç kendi döneminde vuku bulmuştur), basın ve kamusal özgürlüğün kısıtlanması, yeni hafiye sistemi kurarak “jurnalcilik” dediğimiz yani Saray’a laflar uçartan ajanlık sistemini getirmesi, siyaset konuşulmasını yasaklaması, kendisine “muhalif” olan mekteplilere olan tavrı vb. sebeplerden dolayı Osmanlı elitlerinin bir kısmınca sevilmiyordu. Özellikle kendi döneminde patlak veren “Ermeni olayları” ve buna karşın Abdülhamit’in şiddetli şekilde cevaplar vermesi (bkz: Osmanlı Ermenistan’ı bölgesinde Ermeni hareketine karşı Hamidiye Alaylarının etkinliği) devrimci Ermeni örgütlerinin de Abdülhamit istibdadına karşı harekete geçtiğini görüyoruz. Dönemin Ermeni hareketinin örgütlenmelerinin ortaya çıktığını görürüz. Milliyetçi ve sosyalist olarak programlarıyla kendini tanıtan Hınçak ve Taşnak örgütleri, Abdülhamit rejimine karşı silahlı mücadele yürütüyorlardı. Kronolojik olarak ileri giderek “elim” bir olay anlatalım. II. Abdülhamit miladi takvimle 21 Temmuz 1905’te Cuma selamlığından çıkarken bir suikast girişimine maruz kalır, kendisi sağ salim atlatır. Eylemi gerçekleştirenler Ermeni hareketinden Taşnak Partisi’dir. İlginçtir ki dönemin en ünlü yazarlarından Tevfik Fikret, bu olayla ilgili bir şiir kaleme alır. Şiirin ismi “Bir Lâhza-i Teahhur”dır. Baktığımızda, şiirde yazar, “elim” olayının gerçekleşememesi, amacına ulaşamamasına üzerine derin üzüntüler duyar. Günümüz Türkçesiyle bir örnek satırlar:

“Ey şanlı avcı, tuzağını boşuna kurmadın!

Attın…ama yazık ki, yazıklar ki vuramadın!”

“Bir kavmi çiğnemekle bu gün eğlenen alçak

Bir anlık gecikmeye borçlu bu keyfini”

İstibdat rejimi derken basit özgürlüklerin baskılanması değil, Berlin Anlaşması’ndan beri tanınmış ama çözülememiş “Ermeni Sorunu”nun, kısacası Ermeni halkına uygulanan baskının katlandığı dönem olarak okumamız gerekir. Bir Türk aydını olan Tevfik Fikret’in bu eylemi selamlaması ve “kavme”(Ermenilere) yapılan zulme ses çıkarmasını dönemin özgünlüklerinden biri olarak ele alabiliriz. Politik tezahürü kısacası: Düşman ortak, o da Abdülhamit rejimi!

İTC’nin bu siyasi konjonktürde baş göstermesi tesadüf değildi. İTC’nin örgütlenme biçimine baktığımızda hücreler şeklinde, dar örgütçü bir model diyebiliriz. Hücreler arası üyelerin birbirini tanımaması nedeniyle hücrelerden tam şekilde haberdar olmak mümkün olmuyordu. Üyelik gizli şekilde yapılıyor ve Kur’an’a, bayrağa, silaha el basıp yemin ediliyordu. Yeraltı örgütü şeklinde işlev görüyordu. Bu sebeple İTC’ye basit bir şekilde “reform hareketi” denilemez. Aykut Kansu’nun da belirttiği üzere, geleneksel Türk yazıcılığı bu hareketi “anayasal rejimin kurulması”, “reform hareketi” olarak değerlendirmesi yanlıştır. Olayı “…kelimenin tam anlamıyla devrim’ olarak nitelendirmek…”(Aykut Kansu, s. 38) gerekir. Kansu’nun genel olarak 1908’in sonucunu ve ele alınış biçimini “devrimci” olarak değerlendirmesi doğrudur, aynı şekilde Cemiyet’in örgütleniş şekli, karara bağladığı eylem biçimleri, silahlı mücadeleye başvuran örgütlerle ittifaka girişmesi vb. şeylerle devrimci bir süreç olduğunu söyleyebiliriz.

Devrim’e Doğru
İTC esasen bakıldığında çok parçalı bir yapıdır. Mesela Cemiyet’in Prens Sabahattin kanadı Ahmet Rıza’ların kabul etmeyeceği şekilde, dış güçlerin yardım etmesini ve “komplo”cu yöntemler izlenmesi gerektiğini düşünürler. 1908’e kadar yapılan kongrelerde zaman zaman anlaşmazlıklar, uzlaşmazlıklar çıksa da ortak bir şekilde hareket etme bilinci ağır basacaktır. İki kongrede de gayri-müslimler katılım göstermiştir. Özellikle Ermeni devrimci örgüt olan Taşnak Partisi öne çıkar. Bu ittifak zaman zaman esnese de, somut pratik açısından beraber de hareket etmişlerdir: “Vergi ayaklanmalarında yerel İttihatçı kadrolarla Ermeni devrimcileri birlikte mücadele etmişlerdir.”(Savran, s. 168) Sungur Savran, devrim pratiğinin Balkan karakter taşıdığı ve Ermenilerin rolünden dolayı da “çok uluslu devrim” olarak nitelendirir. Bunun nedenleri de, kongrelerde gördüğümüz üzere ağır basan karakter “Müslümanlarla Hıristiyanların kaderinin aynı örülmesi” gerektiği düşüncesidir. Sosyal sınıflar açısından da baktığımızda, hem Müslüman hem gayri-müslim halklar açısından; vergiler, baskıcı yönetim, mali-ekonomik bunalım, toprakların kaybedilmesi, mülk sahiplerinin çıkarlarına uygun (hem gayri-müslim hem Müslüman) anayasa, ordunun alt-orta subaylarına karşı uygulanan adaletsizlik vb. somut sorunlar birçok sınıfsal ve tabaka katılımın olduğunu göstermektedir.

Devrime doğru gidilen süreç genel olarak Anadolu’da Cemiyet üyelerinin de katıldığı ve zaman zaman örgütlediği vergi isyanlarıyla geçmiştir. Bu süreçle beraber İTC ve diğer örgütlerle birlikte daha “devrimci” yanıtlar üretmek için kongreler toplanmış, kararlar almışlardır. Son kongrede alınan kararlara baktığımızda: “Mutlakiyetçi yönetimi devirmek için kongre silahlı direniş, grevler biçiminde silahsız direniş, vergileri ödemeyi reddetmek gibi sivil itaatsizlik hareketleri, devrimcilere ve baskı altındaki halka karşı savaşmalarını engellemek için askerlere devrimci propaganda yapılması ve genel ayaklanmayı da kapsayan birçok yol öneriyordu.”(Kansu, 109.)

Selanik-Manastır’da Paris merkezli “İTC”den farklı olarak alaylı subayların kurduğu “örgütün” de bu süreçlere katıldığını, devrimin fitillenmesi de bu bölgeden çıktığını söyleyelim. Paris’le birlikte hareket etmesine ve aynı amacı taşıdıklarına rağmen, bu örgüt, sonraları İTC’nin genel karakterini verecek isimlerden oluştuğunu söyleyelim. Paris merkezli cemiyetle bağlantılı örgütler Erzurum, Trabzon olmak üzere birçok yerde isyan başlatır. Vergiler üzerinden çıkan isyan, birçok çatışmalara sahne olur. Yıllar ilerledikçe, doz artmaya başlamıştır. Subaylar ve siviller istibdadın devredilmesi için yoğun devrimci propagandalara girişler. Kopacak bölge: Makedonya tarafları olacaktır…

Resneli Niyazi ve Enver Bey’in dağa çıkarak “devrim”i başlattıklarını duyurmalarına en son sebep olan bir olayı ele almak gerekir. Reval Görüşmeleri olarak anlatılan olay, günümüz Estonya topraklarında bulunan Reval’de İngiltere Kralı VII. Edward ile Rus İmparatoru II. Nikolay’ın görüşmeleri, yıllardır konuşulan ve kuşkulanan “Makedonya”nın bölüşülmesi ve paylaşılması meselesidir. İttihatçı kadrolar bu meseleyi önlemek için “taraf” olan ülkelerin büyükelçiliklere telgraflar çekmişlerdir. İttihatçı kadrolar bu meselenin “kopuş” olduğunu düşünmüş olacaklar ki, Selanik-Manastır kadrosu dağa çıkma ve silahlı isyan girişimlerine başvururlar. Bunun önlenmesi için, özellikle Arnavutlarında Reval görüşmelerinden ve birçok meseleden dolayı çıkardıkları isyanın da tehlikeli hale gelmesi, Saray’ın Makedonya taraflarına ordu göndermek yöntemini izlemek zorunda bırakır. Saray’ın gönderdiği Şemsi Paşa’nın hareketin askerleri tarafından vurulması, sonra birçok subay ve binbaşının vurulmasını izleyerek kalkışma kendini göstermiş olur. Selanik ve Manastır’da gittikçe İTC’nin kontrolü artar ve Saray’a “devrim”in ilan edilmesi üzerine telgraf göndermeye başlarlar. Şehirlerde ve köylerde harekette olanlar binleri geçerek, büyüyen bir yığına dönüşerek halk hareketi haline gelir. İlk başta 200 kişiyle dağa çıkan Niyazi Bey, binlerce kişiyi bulan katılımla birlikte bölgede hegemonik duruma gelirler. Öyle ki, karşı çıkan bürokrat ve ordu çevrelerinin görevlerine son vermelere kadar, adeta “kurtarılmış bölge” ilanları ortaya çıkar.(Kansu, s. 131) 23 Temmuz’da Manastır’da Meşrutiyet ilan edildiğini ve Padişaha bildirilmek üzere telgraf gönderilmesini karar verilir. Padişah onaylayana kadar birçok Balkan şehrinde kutlamalar ve mitingler düzenlenir. Türk, Bulgar, Rum, Yahudi vs. birçok halk kesimin katıldığı kutlamalar, Meşrutiyet’in resmi ilanından sonra başkent ve diğer şehirlerde de meydana gelir. “Hürriyet” sloganları, Osmanlılığı vurgulayan sloganları, ayrıca Makedon-Bulgar “çete” liderlerinin bu gösterilere katıldıklarını görürüz. Binleri aşan bu kutlamalar, birkaç gün sürecek ve sonunda İTC’nin “kutlamaları durdurma” kararı verecektir.

Genel Değerlendirme ve Sonuç
Genel olarak değerlendiğimizde, halk dinamiklerinin de etkin olduğu, farklı etnik kökenli halkların da katılım gösterdiğini görüyoruz. Kısıtlı şekilde ele almak zorunda olduğumuzdan dolayı, resmin bütününü olabildiğince vermeye çalıştım. O yüzdendir ki, bu sürece ağırlık basan olgunun “Osmanlılık” olduğunu hatırlatmakta fayda var. İTC içerisinde her ne kadar Türkçü, liberal, sosyalist fikirler olsa da genel uzlaşı Osmanlıcılık üzerindeydi. Elbette şunu unutmamak gerekir ki, hem Cemiyet hem genel eğilim olarak “unsurların ana hâkimi Türkler” düşüncesi zaman zaman öne çıkmıştır. Cemiyet’in “Osmanlı yurttaşlığı” düşüncesi olsa bile, bu fikir şoven-milliyetçi histerik hâl almıştır. Bu yüzden de yekpâre bir Osmanlılık değil, hâkim söylemin ve ideolojinin oluşum halindeki tortularının da göründüğü bir süreç olarak okumak gerekir. Örgütün davranışı ve aldığı kararlar üzerine baktığımızda Hıristiyan halkları kapsayacak bir yurttaşlık bilincinin, ülke bilincinin önemi vurgulanmakla beraber, eritici potanın hâkim unsurun lehine yorumlanması pek âlâ mümkün olagelmiştir. Namık Kemal’lerden beri hegemonik hale gelen bu fikir, bu süreçte devrimci reaksiyona ham madde olduğunu da söyleyebiliriz. Özellikle Taşnak Partisi’nin yayınlarına baktığımızda, hem mücadelenin dinamiklerinin değişmesi hem Rusya münasebetlerinden dolayı Ermeniler içerisinde Osmanlıcılık lehine tavizler verildiğini, eğilim olduğunu tespit edebiliyoruz. Bunun içindir ki, hem maddi koşullar hem ideolojik pratikler bunu destekler nitelikte ilerlemiştir.

İTC’nin kırmızı çizgileri devletin bölünmemesi, ortakça yaşam, emperyalist müdahalelere karşı olmak, “muasır” seviyeye ulaşmak, batılılaşma düşünceleridir. Elbette “despotik” yönetime karşı yarı-parlamenter yönetim isteği ve özgürlükler getirme düşüncesi de vardır. Ancak bu meselede ne kadar dile getirseler de, pratikte Abdülhamit’in kalmasına razı kalarak dengeleyici kurumların kurulması isteğiyle sonlanacaktır. Devrimin karakterinin mantıkî karakterine vardıramamasını da dönemin tüm burjuva devrimlerinde içkin olan, uzlaşmacılık olduğunu söyleyebiliriz. Her ne kadar halkın katılımı olsa da, önderlik eden sınıfların genel birleşimi mülk sahiplerinden oluşması ve az-çok Osmanlı egemenleriyle olan bağının bulunması (zira devletin aldığı ve yönettiği artık-üründen pay istiyorlardı veya aldıklarının genişletilmesi) devrimin tutarlı gidememesine sebep olmuş olabilir. İdeolojik tutarlılık olmaması, genel bir programa sahip olamamak, istediklerinin sınırlı olması vs. şeyler bunu kanıtlar niteliktedir. Birçok nesnel gelişmeler, halk dinamikleri, dış dayatmalar, iradî yönlendirmelerle birlikte “devrimci” karakterin ortaya çıktığını ve bu raddeye vardığını söyleyebiliriz. Elbette devrim olarak nitelendirmemiz, salt “taban” değil, düşünülsün veya düşünülmesin, hareketin sonucu birçok yapısal değişiklere sebep olabilecektir. Örnekler vermek gerekirse, Türkiye topraklarında milli burjuvazinin serpilip gelişmesini sağlayacak ilk gösterimleri bu dönemde bulabiliriz. Ayrıca Padişah’ın yetkilerinin eski Anayasa’ya göre olsa da kısıtlanması ve Devrim’den sonra oluşan kamusal canlılık bunu kanıtlar. En önemli gelişme ise gayri-müslim ve Müslüman egemen sınıfların politikada söz sahipliği ve hakim hale gelmesini de bu süreç sonucunda tamamlandığını görürüz.

İTC’nın burjuvaziyle hem organik (taşra örgütleriyle) hem dolaylı bağının yarattığı sonuçları da söylemek gerekir. Devrim sonrası halkın dinamiğinin engellenmek istenmesi, grevlerin çoğalmasına tepki olarak 1909’da grev yasaklarının çıkması, otoriterleşme eğilimleri, ulusal üstünlükçü retoriğin ve pratiklerinin tekrar hâkim gelmesi, Ermenilere toplu kıyımlar ve soykırım, “Türk-İslam” ideolojisinin kurumsallaşması vs. Bundan sorumlu olan direkt olarak İTC ve Osmanlı egemenleriydi. Toplumsal formasyonda gelişen kapitalizmin, hem dışsal etkisi hem içsel olarak idarî şekilde geliştirilmesi, Osmanlı’nın gittikçe yarı-sömürge duruma gelmesini, “milli”lik maskesinin sadece ülke topraklarında yabancı sermaye ile aracılık edenin sadece “milli” unsurlar olması gerektiğinden öte anlamı olmadığı açıktır. 1909’tan ve Balkan Savaşları’ndan sonra açıkça Termidor dönemine geçişle birlikte İTC rejimi karşı-devrimci pratikleri kurumsallaştırarak terör yöntemlerini sertleştirmiştir. Bunun anlamını soracaklara şu denilebilir, sömürücü sınıfların yaptığı devrimlerin sonucu her zaman baskı-sömürücü ilişkilerin kurulmasıyla sonuçlanır. 1908’in bize aktardığı imge açıktır ki, çokuluslu ve tabandan yükselen devrimin bu toprakların mayasında mevcud olabileceğidir. Halkın kendi elleriyle öreceği ve eşit yurttaşlığı sağlayacağı “gerçek devrim” ancak kendi örgütleriyle mümkün olacaktır.

“Türk subaylarının gücü ve başarılarının gizi, kusursuzca hazırlanmış bir planda ya da şeytanca bir ustalıkta ve suikast yeteneklerinde değil, toplumun en ileri sınıflarının kendilerine duyduğu sempatide yatıyor: Tüccarlar, zanaatçılar, işçiler, dinsel ve yönetsel kesimler ve nihayet köylülerin temsil ettiği kır kitleleri.”
(Troçki, Yeni Türkiye (1908 devriminin ardından, https://sendika.org/2008/08/yeni-turkiye-1908-devriminin-ardindan-leon-trocki-23332/)

KAYNAKÇA
-AKŞİN, SİNA, 100 Soruda Jön Türkler ve İttihat ve Terakki, Gerçek Yayınevi, Birinci Baskı :Mart 1980.
-KANSU, AYKUT, 1908 Devrimi, İletişim Yayınları, 1. BASKI 1995, İstanbul.
-SUNGUR, SAVRAN, Türkiye’de Sınıf Mücadeleleri Cilt 1: 1908-1980, Beşinci Basım: Ocak 2022.

BU İÇERİĞİ OYLAYIN.

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir