Hepimiz günlük hayatımızda kitapçıları geziyoruz değil mi? Her gittiğimiz kitapçıda gördüğümüz bir raf var: Kişisel Gelişim Kitapları. Belki kiminizin ilgisini çekti ve okudu, belki kiminiz ‘‘Bu ne böyle ya!’’ dedi ve kapağına bile bakmadı. Ancak çoğumuz bu furyanın alelade bir gereksizlik olduğunu düşünmenin ötesine geçmedik. Oysa bu gördüğümüz, sistemin en yeni ve en moda uyuşturucusundan başka bir şey değildir. Uçuk fiyatlara satılan bu kitap ve eğitimlerdeki ‘‘bireycilik’’ olgusu neden bir mittir ve neden toplum gerçekliğiyle en ufak ilgisi yoktur? Başarı ve başarısızlık neden salt bireye ait olamaz? Gelin biraz inceleyelim.
Kişisel gelişim bireyin mutsuzluğunun ve başarısızlığının sebebinin yine kendisi olduğunu söyler. Baktığımızda özü gereği bunu yapmak da zorundadır. Çünkü yine bunun çözümlerini de kişisel gelişim yöntemlerini uygulayarak bireyin kendisinin bulabileceğini iddia eder. Yani sorun da çözüm de kendindedir. Elbette kimi zamanlar kendi mutsuzluğumuza kendimizin bulabileceği çözümler vardır veya gerçekten biraz daha çalışırsak başarıya ulaşacağımız durumlar da mevcuttur. Kişisel gelişimin problemi her başarısızlığı bunun gibi ele almasıdır. Oysa çoğu zaman başarısızlık ve mutsuzluk gibi olgular toplumsal temellidir. Örneğin sabah 9 akşam 5 plaza mesaisi yapan, gününün tüm saatleri rutinlerle dolmuş bir beyaz yaka çalışanıysanız; işinizin sizi robotlaştırması sonucunda hayattan zevk alamaz hale geldiyseniz kişisel gelişim yalanları size ne katkı sunabilir? Veya hayatınızı geçindirebilmek için çok düşük maaşa uzun mesailer yapan bir işçiyseniz ve işiniz hayatınızın tamamını ele geçirmişse kişisel gelişim kitaplarının ‘‘Yapabilirsin, başarı ve mutluluk senin elinde!’’ sözleri hayatınızı nasıl değiştirebilir?
Görüldüğü üzere kişisel gelişimin çözmeyi vaat ettiği sorunların kökünde esasen bizi sadece iş gücü olarak gören sistem yer almaktadır. Sizi yalnızca hayatta kalacak kadar paraya mahkûm eden, plaza köşelerinde robotlaştıran, hayattaki beklentilerinizi çalan da yine bu sistemdir. Ancak kapitalist sistemin en mahir olduğu alanlardan biri de odakları kendi üzerinden çekebilmesidir. Sistem, bu gibi sorunları görünmez kılabilmek için bizi gölgelerle savaştırır. Bir başka deyişle bizi birer aparatı haline getirmiş olan sömürü düzeni, kılıçlarımızı yel değirmenlerine doğrultmamızı öğütler. Lafı biraz fazla uzattık, kişisel gelişimin buradaki rolüne geri dönelim.
Kişisel gelişim furyası ile sistemin günahları biz bireylerin üzerine yıkılır. Sözgelimi; okurken part-time işlerde çalışmak zorunda kalmamızın suçlusu bizzat kendimizizdir, kapitalist sistem değil. Suçumuz; Elon Musk gibi, Steve Jobs gibi olamayışımızdır. İşte kişisel gelişim, herkese böyle olabileceği hayalini satarak para kazanır. Elon Musk gibi olmanın sırrının yalnızca daha çok çalışmak olduğuna inanan bizler, sistemin daha hızlı dönen ve daha hırslı çarkları oluveririz. Ve yorulup baktığımızda bu hırsımız yalnızca sistemin işine yaramıştır. Çünkü sistem her zaman kendisi için daha çok çalışan aparatlara muhtaçtır. Bu denklemde Musk gibi veya Jobs gibi olmanın çoğunlukla şans veya ailenin sosyal sınıfı gibi dış etmenlere bağlı olduğunu kaçırırız. Nihayetinde “onlar” gibi olmanın hırsı içerisinde, beyhude bir çabayla ömür çürütmüşüzdür. Çoğu mutsuzluğumuzun sebebinin toplumsal olduğunu fark etmemiş, öfke oklarını sisteme değil kendimize doğrultmuşuzdur. Bu noktada kişisel gelişimin vaat ettiği başarıları yakalayamadığımızda kendimize yüklenmeye başlarız. Kendimizin ne kadar başarısız ne kadar amaçsız bir insan olduğunu söyleriz. Hayatta hiçbir baltaya sap olamayacak, hiçbir şey başaramayacağızdır. Bu durum bizi bunalıma sürükler, modern dünyanın neden bu kadar “depresif” insanlar yarattığının bir açıklaması da budur: Mümkün olmayan hedefler koymak.
“Neticede ‘Başkaları başarıyorsa sen de başarabilirsin!’ cümleleri bizi bu hale getirmiştir. Bu esnada ezici çoğunluğu oluşturan başarısızlık hikayelerini anlatmayan kişisel gelişimciler, bizim hayallerimizi istismar ederek kazandıkları paraları gönüllerince harcamaktadırlar.”
Bütün bunların altında yatan yegâne şey kapitalist sistemin bireycilik inancıdır. Zira para kazanma açlığına, en iyisi olma hırsına ihtiyaç duyan kapitalist sistem için bireycilik kutsaldır. Para kazanma hırsına giren insan sistem için gerekli yönetici kademesine adaydır. Kimi zaman başarır ve isimleri sayıklanıp durulan CEO’lardan, girişimcilerden biri olur. Kimi zaman ise başaramaz ve ismini duymadığımız milyonlarcası gibi borç batağına sürüklenir. Ancak başarılı veya başarısız, bu “para kazanma hırsına giren kesim” sistem için hayatidir. Baktığımızda rahatlıkla görebiliriz ki varımızı yoğumuzu bu hırs için ortaya koyabilmek kafamızın bireyci bir şekilde çalışması gerektirir. Zira patron olduğumuzda insanlık onurunu pek fazla gözetmeden altımızda binlercesini ancak bu zihniyetle çalıştırabiliriz. Buna göre fabrika sahibi olamamış mavi yakalı, bir şirkete CEO olamamış beyaz yakalı sırf bu sebeple başarısız sayılırlar. Bu başarısızlık kendi sorumluluklarındadır. Çünkü sistem yeterince çalışmış olsalar başarılı olacaklarını söyler. Ancak burada bir gariplik yok mu sizce de? Bu denkleme göre dünya nüfusunun %99’u sistemin başarısız saydığı kesime dahildir. Peki kendisi için bu kadar büyük bir “başarısızlar” kitlesi yaratan sistem gerçekten mükemmel olabilir mi?
Görebildiğimiz üzere bireyciliğin aslında gerçekle uzaktan yakından ilgisi yoktur. Çünkü bizim yapıp etmelerimiz başta bulunduğumuz sınıfa, sonra bulunduğumuz kültüre kadar kimi olgulara bağlıdır. Yani sınıfımız ve toplumumuz bizi oluşturur. Bireyi toplumdan ayrı düşünemeyiz. Zira tüm bireyler farklı ekonomik koşulların insanıdırlar. Bireyin tüm bu dahil olduğu atmosferleri dışarıda bırakarak ona yaklaşmak, bu yolda yapılacak en büyük hatalardan biri olacaktır. İroniktir ki bireycilik, bireyi okurken başvurulabilecek en yanlış düşünce sistemidir.
Bireycilik düşüncesinin bizi getirdiği yıkıcı durumlardan biri de topluma yabancı insanlar yaratmasıdır. Örneklemek gerekirse ülkemizde kapitalist yapının kendini daha yoğun ifade edebildiği ‘site’ sisteminde komşuluk ilişkileri ve dolayısıyla insan ilişkileri oldukça güçsüzdür. Öte yandan köy pratiğinin kentte kendini var ettiği mahalle düzenleri, insanların dayanışma içinde olduğu ve güçlü iletişimler yarattığı ortamlardır. Bu durumda bu iletişimlerin ortaya çıkardığı sorunlar (kavgalar, anlaşmazlıklar vs.) olacaktır elbette ancak bu işleyişin doğasına özgüdür ve çözümü de yine bu iletişimledir. Bireyciliğin hâkim olduğu topluluklar çözünmeye ve çürümeye mahkumdur. Bunun büyük sebebi, bu yanlızlaşmanın topluluk içinde dayanışma gelişmesini engelliyor olmasıdır. Bu dayanışma yoksunluğu topluluktaki tüm bireylerin ayrı ayrı kendi varlığını benimsemesine ama bir toplum aidiyeti hissetmemesine sebep olur. Böylelikle gerçekte içinde olduğu toplum algısını kafasında soyutlayan birey, kişilik ve aidiyet krizlerine girer. Kapitalizmin bireycilik düşüncesi insanlara bir yere ait olma şansı vermemektedir. Oysa aitlik ihtiyacı en temel güdülerimizdendir. Örneğin bir takım tutmak ve ona sıkıca bağlanmak bir yere ait olma ihtiyacımızı gidermeye yöneliktir. Bireyci sistemlerde bu aitlik ihtiyacını gerektiği kadar karşılayamayan insan, sürekli kendi içine dönmek ve tek yol arkadaşının kendisi olduğuna inanmak durumunda kalır.
Bireycilik ve yarattığı sorunlar kapitalizmin yalnız ekonomik temelde değil, psikolojik ve toplumsal temelde de krizler yaratmaya mahkûm bir sistem olduğunu gösteriyor. O halde bir kez daha ve aynı kesinlikle şu sonuca varıyoruz: Kapitalizm bir kaos ve krizler sistemidir. Yarattığı bu toplumsal ve psikolojik krizleri çözmek (en azından çözüyor süsü vermek) için kişisel gelişim palavrasını atmıştır ortaya. Ne acıdır ki sistem içinde eriyen çoğumuz, bireyin hafızasını toplumun yarattığını kaçırırız. Bir bütün olarak biz yoksak, ‘ben’ olmanın anlamı ne olabilir? Büyük usta Nazım Hikmet’in dediği gibi: ‘‘Bir ağaç gibi tek ve hür ve bir orman gibi kardeşçesine’’