Eğitimin ana akım yöntemine dair birçok eleştiri verilebilir. Gelişkin yeni yöntemler elbet yaratılabilir. Fakat bu yazıyı böyle geniş tahlil gerektiren ve kesinlikle verimli olacağını düşündüğüm bir konu üzerine yazmıyorum. Bir gün bu konuya da değinmek isterim. Bugün bu yazıyı kaleme alma sebebim Orta Çağ’da geçerliliğini yitirmiş olan eğitim anlayışına, anlatışına karşı bilimselliğin halihazırda kazanılmış mevzilerini tekrar savunma ihtiyacı içerisinde olmamız. Çünkü “Kilise Kanunları” dersleri tarihin tozlu raflarındaki yerini almış olsa da “Adab-ı Muaşeret” dersinin müfredata eklenmesi bizim gündemimiz olmuş durumda.
Bugün var olan bir eğitim bakanlığından beklenebilecek iki temel beklenti basittir:
1-Eğitimde fırsat eşitliğini sağlama.
2-Bilimsel eğitim ilkeleriyle müfredat hazırlama.
Eğitimde Fırsat Eşitliği Sorunu
Eğitimde eşitlik ilkesinin sınıflı toplumda doğan bir çocuk için erişmesi en güç olgulardan biri olduğunun farkındayım. Fakat bugünün artık “tarzanca” kalan burjuva kanunları bile herkesin eğitim hakkı olduğunu söyler. O zaman bu kadar tespitini yaptığımız işlevsiz ve işlevi ancak özel okullara verilen fahiş fiyatlarla gerçek olan eğitim pratiği neyin ürünü?
Gelen her yeni eğitim bakanı kendisini tahta başındaki masasında dirsek çürütmüş bir öğretmen gibi anlatmayı sever. Oysa tek gerçekleri halihazırda “eğitimin ticaretiyle” uğraşıyor olmalarıdır. Temel sorun eğitimi ticari bir kâr alanı olarak görmelerinde yatar. İlkokulda anlatılan “Parayı veren düdüğü çalar.” fıkrasının bir fıkradan öteye geçmemesi gerekirdi. Bugün eğitim bakanlığının birinci ilkesi Nasreddin Hoca’dan gelir.
Bilimsel Eğitim İlkelerinin Esas Alınmadığı Müfredatlar Sorunu
İnsanlık tarihinin ilerleyişini incelerken uzun, çok uzun yıllar boyunca bir metafizik anlatının geçerli olduğunu fark ederiz. Bugün bilimle açıklayabileceğimiz birçok şey, bir zamanlar anlamlandırması imkânsız şeylerdi. Fakat birkaç yüzyıldır bu konuda insanlığın çok ileri adımlar attığını, bilgi haznesini genişlettiğini söyleyebiliriz. Artık insanlık kendini ve çevresini açıklama konusunda dogmatik bir tanıyla yetinmenin ötesindedir. Bilimle bilgiye ulaşır. Bilginin aktarım istasyonu olan okullarda da her aklı selim olanın onaylayacağı gibi var olan gerçekliği, bilimsel olan bilgiyi kullanmalıyız.
Evrim vb. disiplinleri, yani bilimsel olanı reddederek hazırlanan bir eğitim müfredatı, elektrikli aracı icat ettikten sonra o araca fosil yakıt vermeye çalışmaktan farksız. Elektrikli araç demişken, seçilmiş okullara bakanlıktan itibar payı olarak gönderilen “TOGG” da bu bilimsizliğin kaybettirdiği çağdaş eğitim anlayışını karşılamıyor.
Buraya kadar basitçe eğitimde temel olarak neleri sorun olarak görmemiz gerektiği üzerinde durdum. Elbet başka sorun tespitleri de yapılmalı ve tahliline ulaşılmalı. Ama ben bu noktadan itibaren bu sorunların şu an var olan sorumlularından Milli Eğitim Bakanı Yusuf Tekin’den bahsetmek istiyorum.
Yusuf Tekin, Yılın Tarikatçısı
Her yılın belirli akılda kalanları olur. 2023 yılı bize birçok hüzün anı bıraktı. Depremde devlet için yurttaşın canının önemli olmadığını gördük. Eğitimin askıya alınmasının devletin kendi hatalarının çözümü için en kolay yol olduğunu gördük. Tiranın bize savurduğu lanetler karşısında, dedenin de çok demokrat olmadığını gördük.
Bu yıl gençler depremzede oldu, eğitimi askıya alındı ve online ders mahkûmu oldu, tiranın öfkesini tattı terörist oldu, sokağa çıkıp seçimi beklemediği için akılsız oldu fakat asla öğrenci olamadı.
Bu karanlıkta eğitim bakanlığında bir kariyerin doğuşunu deneyimledik:
Yusuf Tekin, her açıklamasında kendisini daha da gerici bir noktaya konumlandırmak zorunda kaldığımız bir figür. Türkiye’de bakanın biat edeni makbul olduğu için ne kadar saçmalarsa saçmalasın ne kadar iyi bir eğitim için elde ettiğimiz kazanımları yağmalarsa yağmalasın, her bakan gibi biat ettiği ölçüde görevine devam etmesi muhtemel.
Yukarıda tespit ettiğimiz sorunların çözüm yolunu aramak bir yana dursun, bu sorunları derinleştirecek niteliksiz ders müfredatı, gerici okul projeleri gibi sorunları büyütecek yöntemler bulurken, tarikat ve cemaatlerin açtığı sorunları unutmuş gibi yarınını düşünmeden onlarla işbirliğine devam edeceği yönünde açıklamalar yapıyor. Bakanlığa verilen bütçeyle eğitimi daha da eşitsizleştirmek ve gericileştirmek için elinden geleni yapıyor. Bu sırada zaten dört koldan “pasifize” edilmeye çalışılan gençlik bu dayatmanın altında ezilmeye devam ediyor. Sonuç olarak Yusuf Tekin, bir öğrenci için zararlı görülmesi, elindeki “bakanlık rütbesinin” alınması gereken bir figürdür.
“Peki ya sonra? Yusuf Tekin gider bir benzeri gelir.” denildiğini duyar gibiyim.
Bir mücadele deneyimi elde etmiş olmalıyız. Yusuf Tekin’in karşısında bir irade ortaya koymuş olmalıyız.
Bir öğrenciden bunu okuyan diğer öğrenciye ve öğrenme hakkı elinden alınmışa:
Elbet mücadele etmemiz gerektiğini söylemek kolay. Elbet okullarımızda ve hayatımızın her alanında, en ufak karşıtlıkta üstümüze çullanmayı bekleyen akbabalar tarafından “idare” edildiğimizin farkındayım. Bunun yolu benim yanıp, senin yanıp karanlıkların aydınlığa çıkması da değil. Bir yangın var ve biz zaten yanıyoruz, bu yangınla mücadele etmediğimiz sürece zaten yanmaya devam edeceğiz.
Tarihin çarkları işlemeye devam ediyor, bir gün karşımızdaki nefret tarih olurken, bugün bizi getirdikleri seyirci konumunda kalırsak, bir başka Yusuf ile, bir başka Recep ile hayatımıza devam edeceğiz. Bu yüzden sizi bir mücadelenin, bir iradenin öznesi olmaya davet ediyorum.
O zaman “Peki ya sonra?” sorusunun cevabının ne kadar basit olduğunu göreceksiniz:
Bu daha başlangıç, mücadeleye devam!